Sivas’tan Buenos Aires’e

Üniversitede okurken Ermeni bir arkadaşım olmuştu. Ermeni olduğunu sonradan söylemişti. Kırmız bir şahin’i vardı, yağmur çamur demez yıkar parlatırdı. Böylesi “düşman taraftan” birisinin arkadaşım olacağını, kimseyle paylaşamadığım dertlerimi anlattığım bir dostum olacağını bilemezdim. Zamanla neler neler paylaştık neler, cenazelerimize toprak attık, düğünlerimizde bulunduk, aynı politikacılara sövdük. O zamandan beri Ermeni düşmanlığına ve hikayelerine karşı hep meraklıyımdır. İşte onlardan bir tanesi….

Rahmetli babam anlatmıştı. Doğduğu kasaba olan Sivas’ın Gürün ilçesinde 1900’lü yıllarda çok sayıda Ermeni ve Türk birlikte yaşarlarmış. Gürün, zamanına göre oldukça gelişmiş bir beldeymiş. Babamın dedesi 1. Dünya Savaşı yıllarında Gürün’ün belediye başkanıymış. Ermeni çetelerinin düşmanla iş birliği yaptığı, bunu önlemek üzere tehcir tedbiri alınacağı haberi kendisine ulaştığında, tehcir sırasında göçe tabi tutulacakların yaşamlarının güven içinde olmayacağını düşünerek sevdiği, yakın dostu iki doktoru korumak için aileleriyle birlikte kendi evine davet etmiş. Ancak anlaşılan o güvensizlik ortamı içinde doktorlar dedemin babasının teklifini reddetmişler ve sonunda hayatlarına mal olan zorlu göçe tabi tutulmuşlar. Gürün’de Ermeni nüfusu bir hayli azalmış, ancak biri de dedemin katibi olan pek çok Ermeni 1930’larda hâlâ Gürün’de bulunuyormuş. Babam çocukluk anılarında bu insanları sevgiyle hatırlardı. Sonradan onlar da Arjantin’e göç etmiş. Yıllar sonra İstanbul Yalova feribotunda babam, birkaç cümlelik İngilizce dağarcığıyla Bursa’ya gitmekte olan bir Arjantinliye bir yandan yardım etmeye çalışırken, bir yandan da 30 yıl önce Buenos Aires’e göç etmiş baba dostlarının izini sürüyordu. Nitekim küçük kağıtlar üzerine karalanan birkaç isim ve adres netice verdi ve aylar sonra babama ikinci kuşak Karakin’lerden sıcak bir kart geldi ve epey bir süre yazıştılar. Aradan bir 30 yıl daha geçti ve iki ay önce Arjantin’den Türkiye’ye gelen ve burada merdivenlerden düşüp boynunu kıran bir Ermeni hastam oldu. Buradaki akrabaları ve Arjantin’den gelen oğlu Sivas’tan gittiklerini söyleyince, dede ve baba dostu olan ve yalnızca soyadlarını bildiğim insanlardan söz ettim. Bir ay sonra çat pat (ağır bir Gürün aksanıyla) Türkçe konuşan biri Arjantin’den cep telefonumu aradı, dilin ve teknolojinin izin verdiği ölçüde birbirleri hakkında kuşaklar boyunca aktarılmış sıcak duygular dışında hiçbir şey bilmeyen bir Türk ve bir Ermeni olarak sohbet ettik. (Bu olaydan beş yıl sonra, ikinci kuşak Karakinler İstanbul’a geldiklerinde ben onları yemeğe götürmüştüm, Antarktika’ya giderken bir gece kaldığım Buenos Aires’te ise gecenin birinde beni havaalanında karşılayıp bütün aile birlikte yemek yemiştik. Sabah otelden ayrılırken resepsiyonist, odamın parasının ödendiğini söylemişti. Kızım Buenos Aires’e gittiğindeyse üçüncü ya da dördüncü kuşak Karakinlerden biri onu yemeğe götürmüştü.)

Peki biz Türkler bu meseleye nasıl bakmalıyız? Öncelikle geçmişte ellerini temiz tutmayı başarmış hiçbir ulus olmadığını, biz Türklerin de diğerlerinden farklı olmadığımızı anlamalıyız. 1910-1923 yılları, bir imparatorluğun yıkıldığı yıllardır ve elbetteki bir imparatorluğun yıkılması güle oynaya olmayacaktır. Acılarla dolu 10 yıldan fazla bir zaman süreci yaşandı. Şu anda babamın memleketi olan Gürün’de Ermeni kalmadı, ama annemin ailesinin geldiği Balkanlar’da da pek az Türk yaşıyor. O dönemde büyük acılar çekildi, yüz binlerle ifade edilen sayıda Ermeni öldü ve öldürüldü. O zamanki Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin, bırakın bu trajedide pay sahibi olmasını, bunca insanın ölümüne mani olamamaları bile yeterli bir ayıptır kolektif vicdanımız açısından. Ama ayıpları saymaya başlarsak uzun bir liste yapmak lazım. 1800’lerin son çeyreğinden başlayarak önce o zamanki Rus devletiyle, sonradan diğer işgalcilerle işbirliği yapıp beraber yaşadıkları insanları katleden ve bunun ideolojik arka planını oluşturan Ermeni kanaat önderlerini de hatırlamak gerekir. 

Onlarca cephede çarpışıp milyonlarca evladını kaybederken, bir de ellerinden koca bir imparatorluğun kaybolup gitmesinin gerçeği ile perişan bir halde yüzleşmek zorunda kalan Anadolu insanı, bir anda ülkesinin her yerinde işgal kuvvetleriyle karşılaştı. O işgal kuvvetleri emperyalist amaçlarının gerçekleşmesi için elbette yüzlerce yıldır birlikte yaşayan insanları da birbirlerine karşı kullandı. O tarihte bu ülkeyi işgal etmeye soyunmuş olanlar, filmin kurgusundan o sahneleri kesip kolektif bilinçlerinden atmakla ve o dönemin tüm tarihini Ermenilerin üzerinden okumaya çalışmakla işin içinden sıyrılıp çıkamazlar. Ama o yılları, öncesini ve sonrasını parlamentolarımızda hatırlayacaksak Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, Amerikalılar, Ruslar, Almanlar, Yunanlılar, Ermeniler, Türkler hep beraber hafızalarımızı tazeleyelim ve ilk taşı da en az günahı olan atsın. 

Dünya gezegeninde 2006 yılında yaşayan bir insan, bir Türk, meseleleri nesnel yöntemlerle düşünmeye çalışan bir bilim insanı olarak benim bu konuya bakışım şudur. 1915’te yüz binlerce Ermeni zorla göç sırasında öldü ve öldürüldü. Vatandaşlarını bu katliamdan koruyamamış (ve bizzat katliamdan sorumlu) olan Osmanlı Devleti’nin o tarihteki yöneticileri hatalıdır (suçludur). Aynı yöneticiler, sonucu yüz binlerce Türk ve Müslüman’ın ölümüne yol açacak başka hatalı kararlar da vermişlerdir. Osmanlı yöneticilerinin hataları o yöneticileri tasfiye edip o devleti yıkarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne genişletilip yayılamaz. Bu durum hukuki anlamda ilk kez Yahudiler için tanımlanmış olan soykırım kavramıyla örtüşmüyor. Aynı tarihlerde yüz binlerce Türk ve Müslüman da imparatorluğun geniş coğrafyası içinde etnik temizliğe uğradı. 

Avrupa’daki kimi parlamentoların Türklerle Ermeniler arasında yüzyıl önce meydana gelmiş olayları irdelemelerinin altında evrensel barışa katkıda bulunmak, ulusları birbirine yaklaştırmak gibi niyetler yoktur. Tarih yalnızca tarihçilerin değil hepimizin işidir. Ancak tarih, fizik bilimi gibi ispatlanabilen yasalar üzerinden yürümez. Çarpıtılmış gerçeklerin ayıklanmasıyla yazılır. Devletler kendi ellerindeki kanı yıkamazlar ama başkalarının elini yıkamaya da soyunmamalıdır. Onların ellerini ancak bütün dünyada özgürlük mücadelesi yapan insanlar ve namuslu tarihçiler yıkayabilir. Tarihte bir zaman birbirine zarar vermiş uluslara ait olmak, insanların birbirlerinden nefret etmelerini gerektirmez. 

Bir yanıt yazın